SKMBT_C22014022018140_0002

AHMED İHSAN’DAN HÜSEYİN CAHİD’E MEKTUP

Dr. Ahmet Tetik

1908 İnkılabından sonra, Devlet-i Aliyye’nin idaresinde yer almak isteyen İttihatçılar, varolan devlet geleneğini oldukça zorlarlar. İnkılapçı kimlikleri, süregelen idare geleneğinde tereddütler doğurduğu gibi siyasetle icraatı yekdiğerinden ayrı tutmakta geleneksel temayüllerden de uzaktırlar. İnkılap ateşi soğuyunca, bu taifenin komitacı ruhunun devlet idaresine hakim olmasını engelleyen siyasete, İttihatçı karşıtı herkes bir şekilde katkıda bulunur. Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa hükümetleri bunun somut örneğini teşkil ederler.

Büyük Kabine’yi kuran Gazi Ahmet Muhtar Paşa, iktidarında bir türlü tam hâkimiyet sağlayamaz ve 29 Ekim 1912’de istifa eder. Hemen aynı gün Sadaret mührü Kamil Paşa’ya verilir. Kamil Paşa hükümetinin Harbiye Nazırı Nazım Paşa, “Halaskar Zabitan” grubunun lideri mahiyetindedir. İttihatçıları bir mesele olarak bile görmez. Rıza Nur, şunları anlatır: “Talat ve Enver, Nazım Paşa’yı ele almışlar, ahbap olmuşlardı. Bunlar, aletleri olan Said Halim’i, Nazım Paşa’ya musallat etmişlerdi. Halim, Nazım’ı her gün Serkl Doryan’a yemeğe çağırıyordu. Nazım’ın keyfi yolunda idi. Bu halinden bizimkiler telaşa düşmüşlerdi. Onu ikaz için arkadaşlar beni yolladılar. Gidip gördüm. Dedim ki ‘Paşa, bütün arkadaşlar telaş içinde, beni size yolladılar’. ‘Niye?’ dedi. Cevap verdim: ‘Siz Enver’e çok hüsn-i muamele ediyorsunuz, sizi aldatıyor diyorlar.’ ‘Halt etmişler, Enver’e ben namus-ı askerîsi üzerine bir daha politika ile uğraşmayacağına dair söz verdirdim, o mesele bitti’ dedi. ‘Pek iyi! Said Halim’e?’ dedim. ‘Ooo, o benim eski dostum; artık dostlarla da mı konuşmayayım.’ dedi. ‘Pek iyi Paşa! Talat’a ne diyeceksiniz?’ dedim. ‘Onu söyleyenler gelsinler de Talat bana nasıl dalkavukluk ediyor, görsünler; her gün elimi öpüyor; mesele yoktur.’ dedi.[1] 23 Ocak 1913 günü Bâb-ı Âli baskınında beynine sıkılan tek kurşunla ölmeden önce, Ali Fuad Bey’in anlatımıyla, Nazım Paşa; “Puştlar, siz beni aldattınız. Bana verdiğiniz söz böyle miydi?” diye bağırırken görmek istemediği bir gerçekle son anında karşılaşır.

Gazi Ahmet Muhtar Paşa ise ömrünün son yıllarında, Harb-i Umumi felaketini de yaşayınca, Şûra-yı Devlet azasından Şadan Bey’e: “Beni sıkan bir sır var; bunu söylemeden yapamayacağım. Sadaretim esnasında İttihadcı rüesası Büyükada’da toplanıyorlardı. Sultan’a, bunların hepsini temizlemeyi teklif etdim. Önce kabul etmek istemedi. Israr etdim. Bunun üzerine ‘Yap; fakat benim haberim yok! Bunu bil.’ dedi. Çekindim; yapamadım. En büyük hatam budur. Bunun tarihe tevdî edilmesini isterim.”[2] derken pişmanlığının derecesi yüzüne nasıl yansımıştı, kim bilir?

Aşağıda okuyacağınız mektup, ilk kez gün ışığına çıkıyor. Bâb-ı Âli baskınından bir buçuk ay önce İstanbul’daki İttihatçı havasını yansıtıyor. Ahmet İhsan Bey, o günlerde Viyana’da bulunan Hüseyin Cahid Bey’e temaslarından bahsederken, yakın gelecekte olacakları da örtülü bir şekilde haber veriyor.

 

İstanbul, 28 Teşrin-i sani 328 (11 Aralık 1912)[3]

Azizim Cahid Bey,

Pazartesi günü Celâl Sâhir Bey biletleri aldı. Artık seyahat içün her şey hazırlandı. Yalnız hükümet tarafından müşkilât gösterilip gösterilmeyeceği ve bunun derecesi ma’lûm değildi. Akşam geç vakit Mehpâre’den bir efendi geldi. Tevkifhânedeki arkadaşlardan çoğunun ve bu meyanda Suad Beyin, Muhiddin’in, Salâh Cimcoz’un… ilh çıktığını, Suad Beyin kendisini “Hanım Viyana’ya gidecekti, gitmesin; birkaç güne kadar Cahid de gelir” emriyle gönderdiğini söyledi. Sabahleyin Mehpâre’den Mazhar geldi. O da bu fikri aynı bu fikri besliyor. Ben, “Bugün kanunsuzluğu men edecek bir hükümet var mı? Avrupa’dan gelecek olsalar, şu bu tevkiflerine çalışsa her halde beş on gün arayıp sormadan mevkuf kalırlar ya?” demekle beraber, sizin Avrupa’dan ziyade burada bulunmanızı arzu ettiğimden ve çocuklar yanınıza geldikleri sûretde avdet içün daha ziyade ihtiyatlı bulunmaya lüzum göreceğinizden ve binaenaleyh avdetiniz daha ziyade uzayacağından gitmelerine lüzum görmüyorum. Celâl Sâhir Bey “Mutlaka gitmeliler” reyinde bulundu. Matbaadan eşyalar doğruca gümrük salonuna gönderildi. Biz de bir sürü adam evvelâ Mehpâre’ye, oradan salona gittik. Neler olduğunu Mevsume Hanım müfredatiyle size anlatır.

Her halde hükümet değilse bile elleri ayakları edepsizlikten geri durmadılar. Çocukları vapura koyduktan sonra, size hareket telgrafını verdim ve derhal Beylerbeyi’ne Hüseyin Kâzım Beye geçtim. Mutlaka benimle görüşmek içün tezkire yazmış idi. Sizi, ailenizi sordu. Hükümet-i hâzıra hakkında birçok konuştuk. Hükümetin düşmesi içün pek küçük bir darbenin kifâyet edeceği anlaşılıyor. Nâzım Paşa ile Kâmil Paşa arasında fena bir zıddiyet var. Bu seferki tevkifler, Hükümetin hayli açılmış olan mezarını birkaç bel ağzı daha derinleştirdi. Bütün Çatalca Ordusu zabitânını Hükümet-i hâzıraya, hatta Padişaha düşman etti. Nâzım Paşa, Ordudan fena halde korkuyor. Onun içün tevkifhanedekilerin bir an evvel çıkarılması içün evvelce telgrafla emirler verdiği gibi İstanbul’a gelince de îcâbına bakıyordu. Hükümette ümid-i hayat yok! Lâkin kendilerini düşürecek bir kuvvet de yok. Dün Hüseyin Kâzım Bey, “Hükümet duramayacak! Çünki aralarında münakaşa mücadele eksik değil. Bunu da pek yakın bir cihetten anladım” dedi. Bu sözünü izah ederek “Bacanağım Fuad Bey söylüyor. Fuad Bey, Hürriyet ve İtilâfcıdır ve Stokholm sefîr-i sâbıkı Mahmud Şerif Paşa’nın kardeşidir. Şerif Paşa henüz birkaç gün mukaddem geldiği halde burada duramayacakmış. Bu eşek herifler daha bok. Pek nafile herifler. İstanbul’da hiç emniyet göremiyorum. Yine elleriyle hükümeti İttihadcılara verecekler. Yazık, yazık; yine kapağı Avrupa’ya atmalı, diyormuş. Şerif Paşa böyle söyledikten sonra var hayrını gör…” dedi.

Dün gece Muhiddin’e uğradım. Hapishanede geçirdiği hayatı, ballandıra ballandıra anlattı. Bu meyanda Hükümete dâir de hayli malumat verdi. Size bir mektup yazmasını, tafsilatıyla anlatmasını söyledim. Yazacak. Onların hapishanede her şeyi, müfredatına varıncaya kadar, haber aldıkları anlaşılıyor.

Dün akşam kayınpeder Kadıköy’ünde kaldı. Vâlidenizin hastalığı şiddetlenmiş. Aşağıdan ilel, yukarıdan istifrağ. Yekdiğerini müteakib iki hekim getirtmiş. Kolera değilmiş! Yemek içmek men’ olunmuş.

Kadıköy’üne Suad Beye Düyûn-ı Umûmîden Hüseyin Dâniş Bey gelmiş ve size kâbil olduğu sûrette avdetiniz içün bir telgraf verilmesini rica etmiş. Kayınpederin bana hikâyesi şu yolda: Hüseyin Dâniş Bey, birkaç mukaddem Sadr-ıazama gitmiş. “Zuafâ ve mecrûhîn-i askeriyeye muavenet-i ecnebiye komitesi” tarafından akarât-ı seniyyeden bazı evlerin tahliyesiyle hastaların oralarda yatırılması içün ricada bulunacakmış. Bâb-ıâli koridorunda birisi kendisine yanaşmış, “Kuzum, Hüseyin Cahid’in yerine Ragıb, Düyûn-ı Umûmiye-i Osmânî Dâyetler Vekâletine geçirilecekmiş; bu şayi’a sahih mi?” suâlini irâd etmiş. Hüseyin Dâniş Beyin adem-i malumat beyan etmesi üzerine de “Saklamayınız; bu mesele kuvve-i karîbeye gelmiş. Ragıb, vükelânın yanına giriyor çıkıyor, o kadar ümidli ki Meclis-i Vükelâca iş olmuş bitmiş diyeceğim geliyor. Fakat intihabla tayin edilmiş olan Cahid sağ iken, bir başkasının tayini nasıl olur, burasını anlayamıyorum” demiş. Dün Hüseyin Dâniş, Maliye Nâzırına gitmiş, bir vesile bularak işittiği sözü açmış. Nâzır, “Bu doğru; Dâyetler Vekili savuştu, gitti. Halbuki kendisine ihityacımız var. İşleri yürütmek kâbil değil! Binaenaleyh yerine bir başkasının tayinini tensib ettik”. Hüseyin Dâniş Bey “Zamanımız intihaba müsaid ve kâfi değil” demekle, Nâzır buna da cevap bularak “İntihabla olacak değil; zaten intihab vâki’, yalnız Cahid Beyden sonra ekseriyet-i rey kimde ise o geçecek; ben bu yolda teklifte bulundum” demiş. Hüseyin Dâniş Bey, Düyun-ı Umûmiyede sahib-i salâhiyet kimselerle görüşmüş ve onlardan “Bu hükümetten her şey beklenebilir. Zaman-ı istibdâdda da hükümet istediği adamı bilâ intihab Dâyetler Vekâletinde bulunduruyordu. Onun içün Cahid Bey, bir an evvel gelse iyi olur” cevabını almış ve vukû-ı hâli Suad Beye anlatmak içün Kadıköyü’ne gelmiş. Bu meseleyi hariçten de işitiyorum, daha doğrusu dünden beri ehemmiyetsiz iki kişiden işittim. Ma’mafih Dâniş Beyin tavsiyesi vechle telgraf keşidesini münasip bulmadım. Telgrafla anlatılacak bir iş değil ki! Bir de Düyun-ı Umûmiyede Maliye Nezaretinde dostlarınız bulunacağını, bunların size daha etraflı malûmat verebileceklerini düşündüm. Bu def’a ben sizin Avrupa’ya gitmenizin pek aleyhinde idim; yani öyle düşünüyordum.

Doğrudan doğruya Avusturya postahanesi vasıtasıyla gönderdiğiniz mektubu dün sabahleyin aldım ve hatta okumak içün Mevsûme Hanıma da vermiş idim. Bugün öğle üzeri eve gittiğim vakit Kont Ostrorog matbaaya gelmiş; bizim muhbir Hafız Vefik Bey matbaada imiş. Biraz onunla görüşmüş. Kapıyı çalmışlar, hanımı sormuşlar; içeriden “Hanım evde yok” cevabını almışlar. Hamallardan birini bizim eve gönderdiler. Herif geldiği vakit yemek yiyordum. “Bir şapkalı sizinle görüşmek istiyor.”dedi. “Şimdi geldim” dedim. Kont, bekleyememiş, mektubunuzu bırakmış gitmiş ve akşama doğru, benimle görüşmek üzere kâtibini göndereceğini bildirmiş. Mektuplarınızdan her ikisi de buradaki ahvali biraz fazlaca i’zam ettiğinizi gösteriyor. Zannedersem Osmanlı postahanesi vasıtasıyla gönderdiğiniz mektupların hepsini Mevsume Hanım almış olduğu gibi, bana ve benim vasıtamla gönderilenler de Avusturya postahanesinden muntazaman alındı. Bugün aldığım mektupta telgraf çekmek içün birtakım fazla kaydlar gösteriyorsunuz. Ne geçen defa ne de bu defa telgraf verirken hiç hatırıma bir şey gelmedi. Mektubunuzun nihayetindeki ihtarları galiba tamamen îfâ etmiş idik. Paranın yalnız beş on lirasını Fransız yaptık. Diğerlerine hâcet görmedim. Buradaki piyasa pek düşük idi. Zannetmem ki Viyana’da düşük olsun. Köstence’den “eksprese” bineceğini Mevsume Hanım biliyor. Konvasyona binmemesini ihtara, eline bir kâğıt yazıp vermeye galiba hâcet yok idi. Neyse olan oldu. Kusur edildi ise bile tamiri bundan sonra mümkün değil.

Tasvir-i Efkâr bugün sekizinci gün bizde basılıyor. Fakat me’mûl ettiğim kadar kâr bırakmayacak. Çünki bobinlerin üst tarafı yüzde 10-15 nisbetinde bozuk çıkıyor. Yalnız İfham, bizim makinisti doyurmaya yaradığı halde şimdi ona İfham içün 16 kuruş gündelik veriyordum. Evvelden gönderdiği 71 kuruş 10 para olduğuna nazaran İfham günde 55 kuruş 10 para fazla bırakıyor demektir. Fakat Ebüzziya’dan 1000 nüsha içün 50 kuruş koparmaya uğraşıyorum.

Mürettiphanede Ferhat Efendi, bir mürettip ve bir çırak ile çalışıyor. Bundan hiç memnun değilim. Bunlar yalnız Kâzım Beyin işine yarıyor. Onun Bağcılık kitabını dizmekle meşgul oluyorlar. Başka iş yok gibi. 15 günde bir “Türk Yurdu” var o kadar. Türk Yurdu, Kâzım Beyin formaları, telgraf işleri içün küçük makineleri gündüzleri öğleden sonra işlettirdiğim içün ameleye ayrı bir yevmiye verdiğim yok. İfham’da kâğıt verenler bu işleri görüyorlar. Kâzım Beyden tertibiyeyi koparmak içün çalıştım ama muvaffak olamadım. Halbuki o benden gazete çıkmadığı müddetçe ayda 10 lira istiyor. Peki, demeye mecbur oldum. Ve hatta gelecek salıya geçen ay içün 10 lira vermeyi va’d ettim. Halbuki ben henüz bu cumartesi Selanik Bankasına yatıracağım 25 Lirayı hazırlayamadım. Filhakika basılan gazetelerden muntazaman parayı tahsil ediyorum; fakat Almanya’dan nümune olarak ısmarladığım mürekkep geldi. 255 Frank ve bunun gümrük masrafı; Rayzer ve Minaye 2000 adet sterotib kâğıdı ısmarlamış idim. O da geldi. Yalnız nısfını kabul ettim. 2000 kuruş (bunun da yalnız nısfını tediye ettim) gerek rotatif ve gerek reaksiyonun şeritleri bozulmuş idi. Kohenkadan pahalı pahalı şerit aldım. Beşyüz kuruş kadar para tuttu. Filhakika uzunca bir müddet içün böyle masraflar olacak fakat şimdi şu anda bunlar bana tuzlu geldi.

Perşembe 29 Teşrin-isâni 328 Saat 10,5

Kont Ostrorog’un kâtibi dün akşama kadar geldi; Konttan selam getirdi. Madam Cahid Beyi sordu. Hareket etmiş olduğunu anlattım ve “Cahid Bey içün Konttan başka bir ricada bulunacağım. Düyûn-ı Umûmiye’de Cahid Beyin yerine bir başkasının tayini içün hükümet tarafından bazı teşebbüsler olduğunu işitiyorum; bu ne dereceye kadar doğrudur ve kâbil midir? Kont cenabları bunu delegelerden anlayabilir ve bana yarına kadar bir malumat gönderebilirse teşekkür ederim. Hatta kendi elleriyle birkaç satırlık bir tezkire lutf ederlerse minnettarlığım artar.” dedim ve va’d aldım. Bakalım daha haber gelmedi.

Kayınpeder Cemal Bey, dün öğleden sonra Mehpare’ye uğramış; ondan mukaddem oraya Talat Bey gelmiş, gitmiş ve sizin hakkınızda bazı sözler geçmekle “Ben artık evdeyim; Cemal Bey size gelsin görüşelim” demiş imiş.

Akşamüzeri kayınpeder bunu anlattı. Duramadım, Talat Beyin evini öğrenmek içün Muhiddin’e gittim. Matbaada çavuşun bildiğini söyledi. Çavuşu kılavuz yaparak gittim. İçeriye bir kart gönderdim. Birkaç dakika evin önünde gezindikten sonra kabul olundum. Talat’ın evinde pek kaht olarak yanmakta olan sönük petrol lambaları ahval-i mevcûdenin tesiriyle olacak, insana kasvet veriyordu. Talat Bey, bulunduğum odaya geldi. Size, ailenize dair bazı sözler cereyanından sonra maksad-ı ziyaretimi söyledim. “Ortalık emin mi? Cahid Bey gelebilir mi? Esasen gelmesi lazım mı? Memuriyeti içün korku var mı?” gibi birçok sualler irad ettim. Aldığım cevaplar şu mealdedir. “Ahval değişti. Evvelden sık sık takip edilirken bir iki günden beri bu beladan kurtuldum gibi. Beni ele geçirmek içün beş altı evi bastılar, taharrî ettiler. Halbuki sokakta hiç yanıma yanaşmadılar, takiple iktifa ettiler. Şimdi siz eve girmezden bir iki dakika evvel bile evin önünde iki kişi aşağı yukarı dolaşıyordu. Bir üçüncüsü geldi, onlara bir şeyle söyledi; çekildiler, gittiler. Yani ahvalin pek değişmeye, hükümetin gözü korkmakla beraber yine şirretlerinden tamamen vazgeçemiyorlar. Arkadaşlarımdan bazıları Harbiye Nâzırıyla, Divan-ı Harp reisiyle bu işlere dair konuştular; teminat aldılar. Benim ihtifa etmemekliğim tavsiye edildi. Bugün ilk defa olarak serbest serbest Beyoğlu’na gittim geldim. Bugün ve dün Divan-ı Harbe teslim edilmek istenilen dostlardan birkaç kişi, Divan-ı Harp tarafından reddedildi, derhal tahliye olundu. Demek isterim ki ahval hem değişti, hem değişmedi. Paşa çocukları revmlerini hâlâ icra ediyorlar. Nihayet polis müdir-i umûmisi de tebdil edildi. Bakalım, bu nasıl adam. Ben yarın öbür gün büyüklerden birkaçı ile yüz yüze geleceğim, açık açık konuşacağım. Sonra bir adam bulup ve sair icab edenleri de ziyaret edeceğim. Neticeye dair Cahid Beye kendim bir mektup yazarım. Hükümet kendi kendini pek baltaladı, bu son hareketi ile mezarını büsbütün hazırladı. Yerli ecnebi düşünmeği bilenlerin nefretini celb etti. Bütün zâbitân diş biliyor. Fakat dediğim gibi, istediklerimle bir görüşeyim, ondan sonra Cahid’e yazarım. Bugün ne gelsin ne de gelmesin diyebilirim.” Bir müddet daha hükümetten, içindeki tefrikalardan, ihtilâflardan bahs edildikten sonra müsaade talep ederek çıktım.

Bu mektubumu burada keseceğim. Saat hayli ilerledi. 12’ye geliyor. Konttan bir haber gelmedi. Daha ziyade intizar edersem postayı kaçırırım. Siz ihtimal ki benim bu telaşıma gülüyorsunuz, fakat ben de endişe var. Bu edepsiz heriflerin (Şimdi kayınpeder Bâb-ıâliden geldi. Yine Hüseyin Dâniş’e rast gelmiş. “Ne yaptınız?” sualine maruz kalmış; mesele arza gitmek üzeredir. Her şey hazırlanmış. Behemahal telgraf vermelisiniz. Ne yaparsanız yapınız. Cahid Bey, bir an evvel buraya gelmeli. Hallacyan Efendiyi gördüm, tir tir tepiniyor; zaten gitmesi abes idi, şimdi avdet etmesi daha fena diyor” demiş. Şimdi ben size telgraf vereceğim. Bilmem nasıl olacak. Zannedersem şu dakika zevcenize kavuştunuz, çocuklarınıza kavuştunuz. Aynı zamanda da gelmekliğiniz içün telgraf alıyorsunuz.

Bu kadar kâfi. Şimdi hükümetin en az kulağına gidebilecek bir tarîkle telgraf çektirmek kâbil olabilecek mi, orasını araştıracağım. Kemal-i muhabbetle ellerinizi sıkar, çocukların gözlerinden öperim. Mevsume Hanım’a ihtiramlar.

[1] Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, Ötüken Neşriyat, İst. 1994,s.77

[2] Ziya Nur Aksun, A.g.e., s.93

[3] Bu mektubu ölmeden önce bize veren Şiar Yalçın Bey’i saygıyla anıyorum.