darulfunun

DARÜLFÜNUN’UN CİHAN HARBİ YILLARI

Fazıl Baş

Cehl ölmeli, zulm ölmeli, hak bulmalı kuvvet:

Hakkın yüzü güldükçe gülümser beşeriyet…*

Batılılaşma tarihimizin ilk ve en önemli ayağını eğitimde yaşanan gelişmeler oluşturmaktadır. Ülkeye gelecek yeni, muasır tekniklerin aktarılma kanalıdır eğitim. Eğitimde, 18. yüzyıldan itibaren askeriyeden başlamak üzere çeşitli alanlara genişleyen bu Batılılaşma veya modernleşme sürecinin üzerinde durulması gereken noktalarından biri de 19. yüzyılın ortalarından itibaren modern bir yükseköğretim kurumunun, yani üniversitenin kurulma çabasıdır. Osmanlı döneminde kurulup Cumhuriyet’te de varlığını sürdüren bu yükseköğretim kurumunun adı da Darülfünun olur.

Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllar Darülfünun için de önemli adımların atıldığı bir dönemi teşkil eder. Tabii burada Dünya Savaşı derken sadece 1914-1918 yılları arasını değil, kendi “Uzun Cihan Harbi”mizi, yani 1911’den 1922’ye kadar kesintisiz savaşlarla geçirdiğimiz dönemi anlamak gerekiyor. Bu tarihleri Darülfünun açısından anlamlı kılan iki süreç, İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele geçirmesi ve Almanya ile ittifak kurarak I. Dünya Savaşı’na girmemizdir. Bunların doğrudan ve dolaylı etkileri, Osmanlı dönemindeki modern üniversite kurma çalışmalarına yönelik en önemli sürecin Dünya Savaşı yıllarında yaşanmasını beraberinde getirir.

Bir Darülfünun inşa etmek

Aslına bakılırsa Darülfünun kurma fikri 19. yüzyılın ortalarında başlamıştır. İlk defa 1846 yılında yeni bir yükseköğretim kurumu oluşturulması fikri, “Darülfünun” kavramı ortaya atılır. Amaç Batılı anlamda bir yükseköğretim kurumunu hayata geçirmektir. Fakat 1900’lere kadar atılan adımlar çeşitli sebeplerle netice vermez. 1863’teki ilk Darülfünun teşebbüsünü, 1870’teki Darülfünun-ı Osmani ve 1873’teki Darülfünun-ı Sultani kurma girişimleri izler. Bu teşebbüslerin başarısızlıkla sonuçlanmasının sebeplerinin en başında, üniversite eğitimi için uygun bir binanın bulunamaması gelmektedir. Darülfünun inşa etmek ile bir Darülfünun binası inşa etmek arasında aslında fark yoktur. İlk Darülfünun için yapılan bina Maliye Nezareti’ne devredilir. Ders yapılması için tahsis edilen binanın yanması ise bu ilk teşebbüsü sona erdirir. Başarısızlığın ardındaki bir diğer önemli sebep ise Darülfünun’a gelecek öğrencilerin iyi bir temele sahip olmaması, yani yükseköğretime zemin olacak uygun ve iyi bir ortaöğretim sürecinin eksikliğidir. Darülfünun programı görünüş olarak güçlü olsa bile, bu programı hayata geçirecek hocalar ve takip edecek öğrenciler tarafında eksikler söz konusudur. Bu bir anlamda eğitimde yaşanan ikiliğin dolaylı sonucudur. Tabii bu dönemde Mülkiye Mektebi veya Mekteb-i Sultani gibi başka modern eğitim kurumları da devreye sokulmuştur. Bernard Lewis, Darülfünun’u İslam ülkelerinde kurulan ilk laik üniversite olarak tanımlarken, Niyazi Berkes Osmanlı’daki ilk laik kurum olarak Mekteb-i Sultani’yi anacaktır.

Darülfünun kurulması yönündeki son teşebbüs ise Osmanlı modernleşmesinin sürdürücüsü olan II. Abdülhamit döneminde gerçekleştirilecektir. 1850’lerden II. Abdülhamit dönemine kadar geçen çalkantılı yıllarda, Darülfünun’un sürekliliğini sağlama noktasında bir irade ortaya konulamamıştır. Gerçi Darülfünun-ı Sultani’nin kapatılması ile bu yeni teşebbüs arasında yaklaşık yirmi yıl geçmiştir, ama bu aradaki süreçte eğitimin çeşitli alanlarında birçok yenilik de gerçekleştirilmiştir. Nihayet 1 Eylül 1900 günü, yani II. Abdülhamit’in 25. cülus yıldönümünde Darülfünun son olarak Darülfünun-ı Şahane adı ile yeniden açılır. II. Abdülhamit’in tahtta olduğu yıllarda ilmi ve idari özerklikten yoksun, merkezden yönetilen Darülfünun’da herhangi bir canlanma görülmez. Zaten bürokrasinin bir kısmı Darülfünun’a karşı çıkmış, kamuoyu da konuya ilgisiz kalmıştır. Darülfünun’daki esas hareketlilik II. Meşrutiyet yıllarında başlayacaktır. Kurumun adı 1909’da Darülfünun-ı Osmani, 1913’te ise İstanbul Darülfünunu olarak değiştirilir. Bu isim değişiklikleri 1920’lerdeki siyasi duruma göre devam edecektir.

Emrullah Efendi ile Ziya Bey

Mülkiye Mektebi’nin binasında eğitimini sürdüren kurum bu dönemde önce Zeynep Hanım Konağı’na taşınır. Bunu fiili anlamda bir özerkleşme olarak okumak mümkündür. Bu tarihten itibaren Darülfünun’un büyük ölçüde yeniden yapılandırıldığı, eğitim faaliyetlerinin genişletildiği görülecektir. Bunda dönemin Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin katkısı çoktur. Emrullah Efendi, o güne kadar süregelen önce temeli, yani ilk ve ortaöğretimi iyileştirme, ardından yükseköğretime geçme anlayışı karşısında, “Tuba Ağacı Nazariyesi” olarak bilinen görüşünü ortaya koyarak Darülfünun’un iyileştirilmesi yönünde adımlar atar. Emrullah Efendi’ye göre önemli olan önce üniversitelerde bilimsel bir zihniyet geliştirmektir. O dönemde çeşitli isimlerce karşı çıkılan bu görüş, bir anlamda bu bilimsel zihniyetin öğretim sistemine yukarıdan getirileceği anlamını da taşımaktadır ve aslında 19. yüzyılın ortalarından itibaren beliren Darülfünun kurma çabalarından yöntem açısından pek farklılaşmamaktadır. Emrullah Efendi’nin düşüncesinin pragmatik bir yönü de olduğu söylenebilir. Asıl fark, artık yükseköğretime verilen önemin sistemli bir hale gelmesidir.

Emrullah Efendi Tuba Ağacı Nazariyesi’ni savunmakla beraber, ilk ve ortaöğretime de ağırlık verir. Fransız eğitim sistemini esas alan Emrullah Efendi’nin Darülfünun’un yenileştirilmesi çabaları bünyesinde, yeni bir ders cetveli hazırlanır. Yeni müderrislerin Darülfünun’a kabulü sağlanır. 3 Mart 1910’da 1009 kitaplık bir kütüphane açılır. Hatta güftesini Tevfik Fikret’in yazdığı bir “Darülfünun Marşı” kabul edilir. Bu dönemde Darülfünun, Şeriye, Hukukiye, Tıbbiye, Fünun ve Edebiye olmak üzere beş şubeden oluşmaktadır. Gerçi Ulum-i Şeriye şubesi, 1914 yılında yoğun tartışmalar arasında kapatılacak, bir anlamda Osmanlı’daki ikili eğitim sürecine cevap olarak Darülfünun’un daha laik bir eğitim kurumu haline gelmesi sağlanacaktır. Darülfünun’a bu dönemde medreseden çıkmış çok sayıda öğrenci de devam etmek istemektedir ve bunların yeterlilikleri konusunda bazı şüpheler vardır. Emrullah Efendi medrese mezunu ve herhangi bir idadiden mezun olmamış öğrenciler için bugünkü bilimsel hazırlık sınıflarını andıran bir “İhtiyat Sınıfı” kurulmasını sağlar ve bu öğrencilerin bir ve sonradan iki yıl boyunca bu sınıfta dersler alarak Darülfünun eğitimine hazır olmaları yönünde çabalar. Darülfünun’un söz konusu beş şubesi karşısında öğrencilerin çoğu (yaklaşık yüzde 85’i) Hukuk ve Tıp şubelerine devam etmektedir. Özellikle edebiyat şubesinin canlanması, sonraki yıllarda gerçekleşecektir.

Darülfünun açısından bir diğer bir değerli isim Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in önemi, Türk kültür hayatının önemli bir parçası olarak nitelediği bu yükseköğretim kurumunun sistemli bir eğitim vermesi gerektiği yönündeki düşüncesi ve aynı zamanda İttihat ve Terakki’nin ideologu olmasındadır. Gökalp daha önce Selanik ve İstanbul’da, İttihat ve Terakki bünyesinde dersler vermeye başlamıştır. Aslında iyi bir öğretmen değildir, ilk derslerinde gayet tutuktur. Fakat Cemiyet’in ısrarı ile Darülfünun’da da dersler vermeyi kabul eder. İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun “Yarı kişiliğini Emrullah Efendi’ye borçlu” olduğunu söylediği Gökalp de aslında Tuba Ağacı Nazariyesi’ni desteklemektedir. Bir ideolog olarak her zaman Türk kültürüne siyaset üzerinden bir yol bulmaya çalışan Gökalp için, bir zihniyet oluşturulması gerektiği düşüncesi daima ön planda olmuştur. Bununla birlikte Gökalp, Türk “güzideleri” yetiştirmek ister. Dönem içindeki halkçılık yönelimini, halktan kültür almak ama onlara da medeniyet götürmek şeklinde tanımlayan Gökalp için, halka gidecek güzidelerin eğitilmesi açısından Darülfünun’un payı büyüktür. Ziya Gökalp Edebiyat Fakültesi’nin geliştirilmesinde de önemli bir rol üstlenmiştir. Bunda, Türk kültürünün araştırılması yönündeki tavrı belirleyici olmuştur.

Darülfünun bünyesinde yapılan tartışmalardan biri de özerklik mevzuudur. Darülfünun 1900’de dördüncü defa kurulduğunda tamamen Maarif Nezareti’ne bağlı ve merkezden yürütülen bir yapıdaydı. İttihat ve Terakki döneminde ise özellikle Ziya Gökalp’in çabalarıyla özerklik yönünde adım atılması istenmiştir. Gökalp, Batı’daki üniversitelerde ilim, öğretim ve öğrenim özgürlüğü bulunduğu düşüncesiyle ilmi ve idari açıdan Darülfünun’un özerk bir yapıya kavuşması gerektiğini belirtmiştir. İttihat ve Terakki iktidarda ve kendisi de iktidarın önemli bir parçası olsa da, Darülfünun’un özellikle ilim açısından özgür olmasını savunmuştur. Hatta dönemin önemli isimlerinin ve birçok açıdan da Gökalp’le çatışma halinde olan Babanzade Naim Bey’in Darülfünun’a atanması gündeme geldiğinde bu atamaya kesinlikle karşı çıkmaması, bunun göstergeleri arasında sayılmaktadır. Gökalp ve İsmail Hakkı önderliğindeki Edebiyat Fakültesi Muallimler Meclisi, bir Darülfünun Divanı kurulması, Darülfünun Reisi’nin bu divanca seçilmesi ve Darülfünun’un içişlerinde özgür olması yönünde taleplerde bulunarak Darülfünun yönetimine 1916’da mazbata yollar. Fakat üniversite özerkliği yönündeki bu talep ancak 1919 yılında kabul edilen bir nizamname ile hayata geçecektir. Bu özerklik meselesi Cumhuriyet döneminde de ara ara gündemde yerini alacaktır.

İlk Alman müderrisler

Üniversite tarihimizde Alman profesörlerin Türkiye’ye gelmeleri iki defa söz konusu olmuştur. Bunların ilki Birinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşmiştir. İkincisi ise 1933 Üniversite Reformu çerçevesinde Nazi rejiminden kaçan profesörlerin Türkiye’ye sığınmalarının bir neticesidir. Savaş sırasında Almanya ile müttefik olan Osmanlı İmparatorluğu, İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinin Alman yetkililerle yaptığı görüşmeler sonucunda, üniversite eğitimini düzenleyecek Alman profesörlerin getirilmesi kararı alır. Aslına bakılırsa bu çok geniş bir eğitim anlaşmasıdır. Türkiye’ye Alman hocalar gelmekle kalmayacak, aynı zamanda birçok Türk genci de eğitim görmek ve iş stajı yapmak üzere Almanya’ya gönderilecektir. Bu anlaşmanın yapılmasında, Almanya’nın Osmanlı toprakları üzerindeki kültürel nüfuzunu artırmak istemesinin de payı büyüktür.

Türk eğitim sistemi üzerindeki Fransız etkisi, bu anlaşma ile kendiliğinden yerini Alman etkisine bırakmış olacaktı (Bu öngörü tam olarak gerçekleşmemekle beraber, bir süre daha Fransız etkisi sürmeye davam edecektir). Nihayetinde anlaşma gereği 1915-1918 yılları arasında on sekiz Alman hoca Darülfünun’un Tıp, Hukuk, Edebiyat ve Fen fakültelerinde görevlendirilir. Türk meslektaşlarına kıyasla gayet yüksek maddi standartlarla çalışmaya başlayan Alman hocaların iki yıl içinde Türkçe öğrenerek derslerine tercümansız devam etmeleri öngörülür. Fakat meslek icabı Türkçe bilen birkaç filoloji hocası dışında bu asla mümkün olmaz. Tercümanların, yardımcı oldukları hocaların mesleklerinde uzman olmaması da öğrencilerle hocalar arasındaki irtibatın kopuk olmasına yol açar.

Alman hocaların Türkiye’ye gelmesi büyük bir projedir aslında. Darülfünun’un yapı itibarıyla da tamamen değiştirilmesi öngörülmektedir. Bunun da çabaları verilmemiş değildir. Mesela en önemli adımlardan biri olarak Almanlar aracılığıyla yeni darülmesailerin (enstitülerin) kurulması sağlanmıştır. Fakat yukarıda belirtildiği şekliyle Alman hocalarla öğrenciler arasındaki irtibatsızlık, savaş yılları sebebiyle maddi yetersizliklerin gündemde olması, Alman hocaların tek başına Darülfünun’da bir reform gerçekleştirecek güç ve bütünlükten yoksun oluşu gibi sebeplerle bu teşebbüs dolaylı etkiler bırakmakla beraber istenilen sonuçları vermemiştir. Hocalar da zaten 1918’de Almanya ve Osmanlı’nın savaşta yenilgiyi kabul eden antlaşmaları imzalamalarıyla birlikte İstanbul’dan ayrılmışlardır.

Mütareke dönemi ve Darülfünun grevi

Savaş döneminde kız öğrencilere yönelik İnas Darülfünun’un kurulması, Darülfünun bünyesinde fakülte dergileri, ders kitapları gibi yayınların başlaması, özellikle tıbbiye öğrencilerinin savaşta cephe gerisinde aktif rol almaları gibi birçok önemli gelişme daha söz konusu olur. Savaşın bitmesiyle başlayan mütareke dönemi ise Darülfünun için yeni bir dönemin başlamasını sağlar. Artık İttihat ve Terakki kadroları dağılmış, bu kadrolardan Darülfünun mensubu olan Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu gibi isimler Malta’ya sürülmüştür. Hatta bazı binalar da İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Darülfünun’da da İttihat ve Terakki kadrolarına yönelik bir tasfiyeye gidilse de bunda tam başarı sağlanamaz. Fakat özellikle Darülfünun Eminliği görevini üstlenen Besim Ömer Paşa’nın sayesinde bu dönem en az zararla geçirilmeye çalışılır. Mütareke döneminde yaşanan önemli gelişmeler arasında Darülfünun’a en sonunda özerklik tanıyan nizamnamenin kabul edilmesi ve İnas Darülfünun’un kapatılarak kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim yapmalarının sağlanması yer alır.

Bu döneme dair akılda kalıcı diğer bir gelişme ise Darülfünun grevidir. İttihat ve Terakki yılları boyunca Darülfünun öğrencileri arasında zaten bir örgütlenme mevcuttur. Mütareke döneminde ise öğrenciler çeşitli işgallere karşı başta mitinglerle olmak üzere tepki vermişlerdir. Meşhur Sultanahmet mitingleri de bunlar arasında yer alır. Aynı zamanda Ali Kemal, Rıza Tevfik gibi millî mücadelenin aleyhinde olduğu düşünülen isimlere ve yazdıkları makalelere karşı da yoğun tepkiler oluşmuştur. Darülfünun grevi bütün bu gerilimin bir sonucu olup, bardağı taşıran son damla Süleyman Nazif ile Hüseyin Daniş arasında Fuzuli’nin Türklüğü üzerine yapılan tartışma olmuştur. Tartışmada hakem rolünü üstlenen Rıza Tevfik, 29 Mart 1922 günü konu ile ilgili yapılan konferansta konuşmaya “Fuzuli Türk değildir, Acem’dir” diye başlayınca, Süleyman Nazif buna itiraz etmiş, Rıza Tevfik de “Türk olsa ne çıkar?” diye nutkunu sürdürmüştür. Bunun üzerine ertesi gün Edebiyat Fakültesi öğrencileri bir kararname hazırlayarak Rıza Tevfik, Ali Kemal, Hüseyin Daniş, Cenab Şahabettin ve Marujan Barsamiyan’ın görevlerinden istifa etmelerini istemişler, bu gerçekleşene kadar dersleri boykot edeceklerini belirmişlerdir. Söz konusu kararname aynı zamanda halkın görmesi için ağaçlara, duvarlara da asılmıştır. Öğrenciler “istiklal, kutsiyet ve milliyet hislerine yabancı ve muhacim şahısları görmekle müteellimdir.”

Adları geçen beş hoca çeşitli yazılarla bu duruma tepki gösterir. Darülfünun yönetimi ise bir yandan öğrencileri nasihatlerle sakinleştirmeye, diğer yandan durumu geçiştirmeye çalışır. Bunda İngiliz işgali kadar Darülfünun hocalarının öğrencilerin istediği yönde hareket etmiş olmayı arzu etmemelerinin de rolü vardır. Ne var ki Edebiyat Fakültesi’nde başlayan boykot diğer üç fakülteye de sıçrar. 12 Nisan’da ise Darülfünun resmî olarak tatil edilir. Küçük-büyük farklı çekişmelerin yaşandığı bu süreç içinde söz konusu hocalar yumurta yağmuruna tutulur. 5 Temmuz’da ise üniversite nizamnamesi değiştirilerek hocaların durumu hakkında karar verme yetkisi Darülfünun Divanı’na bırakılır. Divan da söz konusu hocalara süresiz izin vererek bir anlamda öğrencilerin isteklerini yerine getirmiş olur. Ankara’dan da sembolik olarak destek gören öğrenciler, 8 Kasım 1922’de Darülfünun’u ziyaret eden İsmet Paşa’ya Lozan’da kullanması için bir kalem hediye ederler. Bu bir anlamda Rıza Tevfik’in Sevr Antlaşması’nı imzaladığı kalemi Robert Koleji müzesine hediye etmesine bir karşılıktır. Böylece Darülfünun’un bir dönemi kapanacak, Cumhuriyet’le birlikte yeni bir dönem başlayacaktır.

 

Kaynakça

Timur, Taner. Toplumsal Değişim ve Üniversiteler. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2000.

Yıldırım, Ali. Türk Üniversite Tarihi. Ankara: Öteki Yayınevi, 1998.

Arslan, Ali. Darülfünun’dan Üniversite’ye. İstanbul: Kitabevi Yayınları, 1995.

Dölen, Emre. Türkiye Üniversite Tarihi 1: Osmanlı Döneminde Darülfünun 1863-1922. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009.

Gürkan, Kazım İsmail. Darülfünun Grevi. İstanbul: Harman Yayıncılık, 1971.

Ayni, Mehmet Ali. Darülfünun Tarihi. İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2007.

Gencer, Ali İhsan ve Ali Arslan. İstanbul Darülfünun Edebiyat Fakültesi Tarihçesi ve İlk Meclis Zabıtları, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yayını, 2004.

Dölen, Emre ve Nuran Yıldırım. Darülfünundan Günümüze Üniversite Yayıncılığı ve Yaşamı. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003.

Gencer, Mustafa: Jöntürk Modernizmi ve “Alman Ruhu”. İstanbul: İletişim Yayınları, 2003.

*      Tevfik Fikret, “Darülfünun Marşı”ndan.