edwarderickson001

EDWARD J. ERICKSON İLE SON KİTABI ÜZERİNE

Söyleşi: Polat Safi

Savaş tecrübesi olan bir aileden geldiğinizi Defeat in Detail: The Ottoman Army in the Balkans, 1912-1913 (Büyük Hezimet: Balkan Harplerinde Osmanlı Ordusu) adlı kitabınızın ithafından anlıyoruz. Dedeniz Astsubay Kıdemli Çavuş olarak I. Dünya Savaşı’nda Fransa’daki Amerikan Seferi Kuvveti’nde, babanız Astsubay Kıdemli Çavuş olarak II. Dünya Savaşı’nda Amerikan Hava Kuvvetleri’nde İtalya, Fransa ve Almanya’da görev yaptılar. Siz de sahra topçu sınıfından bir topçu olarak Almanya, İtalya ve Türkiye’de çeşitli görevler aldınız. Ayrıca gerek Körfez Savaşı ve Saraybosna, gerekse Irak’ın işgalinde çeşitli vazifeler üstlendiniz. Geçmişinize bakınca askerî tarihe neden merak duyduğunuzu anlamak zor değil. Merak ettiğim sizi Osmanlı askerî tarihine ve daha da özelde onun I. Dünya Savaşı’ndaki macerasını çalışmaya sevk eden sebepler. Her şey size 1990’ların başlarında NATO Güneydoğu Avrupa Kuvvetleri Karargâhı’nda geçirdiğiniz günlerde Ankara’dan getirilen 10 cilt tarih kitabıyla başlamış olamaz değil mi?

Askerî tarihe hayatım boyunca merak duydum ve bütün yaşamım süresince doyumsuzca bu konu hakkında okudum. Öncelikli ilgi alanlarım her zaman için I. ve II. Dünya Savaşları oldu. Böyle kitaplardan oluşan son derece zengin bir kütüphanem var ve 1990’ların başında Orta Doğu’da I. Dünya Savaşına ilişkin hikayenin pek çok parçasının kayıp olduğu benim için oldukça bariz bir şeydi.

Türklerin savaşlarının resmî tarihçelerini yayımlamadıkları düşüncesi, Batı’da uzun süredir varolagelen bir “genelgeçer bilgi”. Bunun nedenini merak ediyordum ve İzmir’de görevlendirildiğimde, şaşırtıcı bir şekilde, bunun aslında öyle olmadığını öğrendim. 1990’larda resmi Türk tarihçelerine Türkiye dışından ulaşmak çok zordu; gerçi şimdi kimi internet kitapçıları sayesinde çok daha kolay. Türk resmî tarihçelerinin eksiksiz bir serisini elde etmek 20 senemi aldı, buna 1914-1928 dönemi dışındaki savaşlara ait tarihçeler de dahil.

1. Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı tecrübesiyle ilgili olarak Batı tarih yazıcılığına ciddi bir eleştiri getiriyorsunuz. Bu bağlamda, seferlerin çoğunun Almanlar tarafından yönetildiği, Osmanlı birliklerinin baskı altında dağıldıkları, firarların orduyu oldukça zayıf düşürdüğü, Türkçü ideallerin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin stratejik düşüncesinde hakim unsur olduğu ve Osmanlı ordusunun savaş sonunda oldukça büyük bir zayiata uğradığı yönündeki görüşlerin hemen hepsini keskin bir şekilde reddediyorsunuz. Bu resmin ortaya çıkmasında I. Dünya Savaşı tarih yazımının Avrupa merkezci bir yol izlemesinin etkin olduğu, önyargılar ve siyasi projelerle bu resmin daha da çarpıtıldığını görmek mümkün. Ancak konunun bir de Türk tarihçileri tarafından nasıl ele alındığı meselesi var. Osmanlı’nın savaş tecrübesinin henüz bağımsız bir araştırma alanına dönüşmediği; savaşın ya İttihat ve Terakki döneminin bir parçası yahut Milli Mücadele’ye geçişin bir öncülü olarak ele alındığı göz önünde bulundurulursa, Türk tarih yazcılığının da en az diğer sebepler kadar bu olumsuz resmin ortaya çıkmasında etkili olduğunu söyleyebilir miyiz? Çalışmalarınıza başladığınız 1990’lardan günümüze bir bilanço denemesi yapacak olsanız Türk tarih yazıcılığının I. Dünya Savaşı ile ilgili vaziyetini nasıl değerlendirirsiniz?

Nedendir bilinmez, Türkiye’den pek fazla askerî tarihçi çıkmamıştır ve Türkiye ancak son zamanlarda “yerel üretim” askerî tarihçi çıkarmaya başlamıştır. Bence bu kısmen yakın zamana kadar Türkiye’de Batı’da olduğundan çok daha az askerî tarih kitabı satılıyor olması ve günümüz Türklerinden çok azının Osmanlı Türkçesi okuyabilmesinden kaynaklanıyor. Bunun genel net etkisi, potansiyel tarihçilerden oluşan daha küçük bir havuz. Türk askerî tarih yazıcılığından bahsedecek olursak, bence o hâlâ “olgunlaşmamış” durumda; yıllar süren birçok analiz ve etüt aşamasından geçerek ilerleme sağlaması gerekiyor.

Olumsuz imaj konusuna gelince; bu, Avrupa dillerine çevrilen Türk tarihçelerinin neredeyse 100% oranında namevcut olması ve maalesef çok az Batılı askerî tarihçinin Türkçesinin yeterli olması nedeniyle Batı’da giderek yoğunlaşan bir durum. Bu iki unsur bir araya gelerek Türk askerî tarihinin Batı’dan izole olmasına neden oldu ve kalıplaşmış olumsuz yargıları devam ettiriyor.

Aralık 2013’te piyasaya çıkan Ottomans and Armenians, A Study in Counterinsurgency adlı eserinizin yeniliği konuya siyasi, sosyal yahut ideolojik bir zeminden ziyade askerî bir zaviyeden bakması. Bu anlamda, 1915’te Osmanlı yöneticilerinin aldıkları kararı 1878 sonrası şartlarda meydana gelen ayaklanma bastırma girişimlerinin nihai bir noktası, bir sonucu olarak değerlendiriyorsunuz. Bu bağlamda ilk olarak, mezkur dönemdeki ayaklanma bastırma girişimlerini daha önceki dönemlerden, özellikle yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan ayaklanma bastırma girişimlerinden ayıran temel özelliklerden bahseder misiniz?

Osmanlı’nın 1878-1914 yılları arasındaki ayaklanmaları bastırma girişimleri devinimseldi; isyanları bastırmak ve düzeni yeniden sağlamak üzere bölgeye seferi birlikler ve ordular yollamayı kapsıyordu. Politikaları belirleyen kaynaklardır. İmparatorluğun fazla askeri olduğunda onları isyanları bastırmaları için fazlaca görevlendiriyordu. 1915 baharında, Osmanlı ordusunun Orta Anadolu’da Ermeni komitelerle geleneksel anlamda devinimsel olarak başa çıkabilecek muharebe birlikleri yoktu. Üst komuta, hiçbir şey yapmamak yerine tehciri kapsayan yeni bir strateji belirledi.

Çalışmalarınızda epistemik yol göstericiler olarak genelde çağdaş kavramları kullandığınızı görüyoruz. Balkan Muharebeleri ile ilgili çalışmanızda “defeat in detail”, Birinci Dünya harbiyle ilgili bir çalışmanızda “combat effectiveness” ve son çalışmanızda da “counterinsurgency” terimlerini kullanıyorsunuz. Terimlerin, kavramların içeriğinin anlamının devamlı değiştiğini göz önünde bulundurursak, tarihte yeri sabit, belirli bir zamanda doğmuş ve ölmüş organizasyon yahut harekatları karşılamak için o dönemin çağdaşı terimleri kullanmak yahut bunları kavramsallaştırmaya çalışmak bizi gerçeğe daha yakın bir yere götürmez mi?

Okuyucularımın olanları daha iyi anlayabilmeleri için bazen modern kelime dağarcığı kullanıyor ve geçmişte olanları açıklamak için modern kavramlar naklediyorum; fakat dikkatli olmaya ve bu kelimelerin o zaman diliminde var olmadıklarını ifade etmeye çalışıyorum. Bunun bazı iyi örnekleri “Beşinci Kol” ve “fişleme”dir; 1915’teki devrimci Ermeni komiteleri, Osmanlı ordusunun geri bölgesini vurmaya hazır durumda olan gizli bir tehlike olarak görülüyorlardı (İspanyol İç Savaşı’ndaki Beşinci Kol gibi). Çağdaş “fişleme” kelimesi masum Ermenilerin neden mahkum edildiklerini açıklamak için kullanılabilecek bir başka örnek, Ermeni entelejansiyasının birçok üyesi sırf yüksek eğitim almış şehirli profesyonel profiline -ki bunlar komite liderleriydi- uydukları için 24 Nisan 1915’te hapse gönderildiler.

Eserinize konu ettiğiniz ayaklanmalar üzerinden oldukça katı bir merkez-periferi ayrımına gidiyorsunuz. Bu çerçevede, merkez saydığınız bölgelerde meydana gelen ayaklanma bastırma girişimlerini periferide olanlardan ayıran özellikler, tezinize konu etmediğiniz örneğin Kürt ve Arap isyanları askerî açıdan çalışılınca değişebilir mi?

Arap ve Kürt isyanlarını bu soruyu cevaplayacak kadar detaylı incelemedim.

Hamidiye Alayları üzerine sıkça yazılıp çizilen, ancak hâlâ hakkında kısıtlı ve tartışmalı bilgiye sahip olduğumuz konulardan biri. 1878’den sonra Balkanların stratejik anlamda ön plana çıkması ve bu bölgeye yapılan askeri yatırım Hamidiye Alayları’nın kuruluşu üzerinde doğrudan bir etkiye sahip midir? Bu gücün II. Meşrutiyet sonrası ıslah edilerek geleneksel çizgisinden bir hayli uzağa çekildiğini göz önünde bulundurursak I. Dünya Savaşı’nın hemen başında bu gücün deaktive edilmesini neye bağlamak gerekir?

Hamidiye Alayları yeniden düzenlendi ve dört İhtiyat Alay Bölüğü haline geldi. Bunlar disiplinsiz olmaları ve geleneksel operasyonları hatasız olarak yürütmeye muktedir olmamaları nedeniyle 1914 Aralığında deaktive edildiler. Zaraları, taktik ederlerinden daha fazlaydı. Daha iyi durumda olan gruplardan birkaçı elde tutuldu ve II. Alay Bölüğü’nün içine katıldı.

Osmanlıların 1915’te batı tarzı bir bölgesel nüfus tehciri yöntemine başvurduğunu ve bunu da en temelde ayaklanmacıları popüler destek aldıkları üsten ayırmak üzere dizayn ettiklerini savunuyorsunuz. Osmanlı-Ermeni tecrübesinin İspanyolların Küba, Amerika’nın Filipinler ve İngiltere’nin Güney Afrika’daki 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın hemen başına dayanan ve kitlesel zorunlu göç hareketlerine sahne olan tecrübeleriyle örtüşen ve ayrışan tarafları nelerdi? Şu soru da akla geliyor: Osmanlıların bu örneklerden etkilendiğini gösteren kaynaklara sahip miyiz?

İngiliz, İspanyol ve Amerikan deneyimleri ile Osmanlılar’ın 1915’teki deneyimi arasındaki başlıca ve son derece önemli fark, Ermeni devrimci komitelerinin Osmanlı’ya saldıran düşmanla birlik içinde hareket etmesiydi. Bu üç Batılı güç, yalnızca dahili tehlikeyle yüzleşmişti. Osmanlılar ise hem dahili bir isyanla, hem de bir dünya savaşı bağlamında güçlü ve istilacı dış düşman ordularıyla yüz yüze geldiler. Aslına bakılırsa, bu üç Batılı gücün aksine, Osmanlı İmparatorluğu dahili ve harici olmak üzere bir “çifte tehlike” ile yüzleşti.

1915’teki ayaklanmaların bir taraftan askerî iletişim hatlarının kesilmesi tehlikesini hem de merkezî topraklarda çok zayıf bir askeri durum ortaya çıkmasına sebep olduğunu belirterek bunun devlet tarafından güvenliğine tehdit olarak algılandığını savunuyorsunuz. Bu çerçevede literatürde 1915’te meydana gelen ayaklanmaların devlet güvenliğine kesinlikle tehdit oluşturmadığı ve aslında bu tehdidin İTC tarafından etnik temizlik ve soykırım için icat edildiği yönünde ciddi görüşler var. Bunun karşısında ise isyanı devlet güvenliğine mugayir gören ve askeri güvenlik meselesinden dem vuran bir tez savunuluyor. Sizin teziniz bu bağlamda tam olarak nerede duruyor?

Ermeni devrimci komiteleri güçlüydü, iyi gelişmiş askerî kabiliyetleri ve potansiyelleri vardı. Osmanlı ordusuna ait askerî iletişim ve erzak hatlarını kısıtlamalarına olanak sağlayan yerlerde konumlanmışlardı. Liderleri aktif olarak Ruslar ve İngilizlerle işbirliği yapıyor, bunların Osmanlı İmparatorluğu’na yaptıkları saldırıları destekleyecek operasyonlar tasarlıyorlardı. Benim fikrime göre, Ermeni devrimci komiteleri üstesinden gelinmesi gereken ciddi ve tehlikeli bir tehditti. Ayrıca Ermeni devrimci komitelerinin, Osmanlı’nın ulusal güvenliğine gerçek bir tehdit olmasalar bile 1915 baharında Osmanlı yöneticilerinin ellerinde bulunan resmî kanıtların onları buna ikna ettiği söylenebilir. 1915 baharında, Osmanlı Devleti’nin Ermeni devrimci komitelerinin doğrudan tehdit olduklarına inandığına dair hiçbir kuşku bulunmamaktadır.

Savaşın başlangıcında Osmanlı Devleti’nin tehdit algılamasında iç güvenlik meseleleri nerede duruyordu? Cephe gerisi faaliyetlerin iç güvenlikte en önemli problemlerden biri olduğu göz önünde bulundurulursa savaşın başında iç bölgelerin savaş gücünden mahrum bırakılmasını nasıl açıklarız? Osmanlı bakış açısından devrimci Ermeni faaliyetleri ne zaman tam anlamıyla bir tehdit olarak algılanmaya başladı? Sarıkamış, Basra ve Süveyş yenilgilerinden sonraki süreçte mi?

Osmanlı ordusunun savaş öncesi hareketlilik ve yığma planları Balkan devletlerine karşı bir savaş olarak tasavvur edilmişti. 1914’ün bütün yığma planları gibi, her güç aktif kuvvetlerini sınırlara taşıyordu. Osmanlılar da istisna değildi. Osmanlı savaş planlamacıları, Üçlü İtilaf’a (İngiltere, Fransa ve Rusya) karşı bir savaş beklemiyordu ve bir kere sınırlara mevzilendikten sonra, onları eski demiryolları üzerinden başka alanlara zamanında mevzilendirmek neredeyse imkansızdı.

Kendi yaklaşımınızın en çok Donald Bloxham’ın “kümülatif radikalleşme” yaklaşımıyla uyumlu olduğunu cesurca savunuyorsunuz, böylece farklı yaklaşımlar arasında bir uzlaşma alanı alanı yaratmanın bir yoluna işaret ediyorsunuz. Yine de görüşü tamamen kabul etmiyorsunuz. “Kümülatif radikalleşme” yaklaşımının lehinde ve aleyhinde duruşunuz nedir, açıklığa kavuşturabilir misiniz?

Bloxham’ın “kümülatif radikalleşme” teorisini beğeniyorum, bu aşamalı bir yaklaşım ve küresel savaş ile askerî ilişkiler bağlamında bana mantıklı geliyor. Belgelere dayalı deliller genel olarak bu kavramı destekliyor. Benim vardığım sonuç şu ki Osmanlıların Ermenileri tehcir kararı dokuz aylık bir süreçte aşamalı ve ardışık olarak meydana geldi ve geçmiş uygulamalar ile küresel savaş bağlamında bir çerçeveye oturtuldu. Bence sonuçta durumun bir soykırım olduğunu iddia ettiği noktada Profesör Bloxham’ın görüşü ciddi anlamda zayıf düşüyor. Haklı da olabilir, ama ortaya koyduğu kanıtlar nihai değil ve spekülatif. Bildiğim kadarıyla, bugün Ermenilerin imhasını veya toplu katlini emreden hakiki Osmanlı belgeleri yok. Son olarak, Bloxham’ın “kümülatif radikalleşme” yaklaşımını çok daha dengeli buluyorum; çünkü olanların sorumluluğunu hem Osmanlılara hem de Ermenilere yayıyor.