AHMED-RASIM 2

HARP MUHABİRİ AHMET RASİM’İN MISIR SEFERİ İZLENİMLERİ (ARALIK 1914 – ŞUBAT 1915)

Harp muhabiri Ahmet Rasim’in Mısır seferi izlenimleri (Aralık 1914-Şubat 1915)

Ahmet Tetik

Mısır seferini takip ederek, bu önemli harekatın durumunu ve gelişmeleri okuyuculara aktarmak üzere Tasvir-i Efkâr’ın ünlü yazarlarından Ahmet Rasim, 15 Aralık 1914 günü İstanbul’dan trenle bölgeye gitmek üzere yola çıkar.[1] Hareket etmeden önce, ilk yazısı “Diyar-ı Yusuf’a Doğru” başlığıyla çıkar. Ahmet Rasim, Mısır fatihi Yavuz Sultan Selim’in Halep Beyi Ahmed’e gönderdiği fetihnamede yazdığı duayı hatırlattıktan sonra, halen bölgede süren “gaza”nın, “ittihad-ı İslâm” fikrinin bir sonucu olduğu kanaatindedir.

Uzunca bir zamandan beri üçlü İtilâf devletlerinin İslam’a yönelik şiddet ve baskılarına artık dur demek için “ittihad-ı İslâm sancağı” altında toplanan müminlerin, öncelikle Hicaz yolu üzerinde mevki alan bugünkü Mısır seferini dikkatle takip ettiklerine şüphe yoktur. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı Devleti üç noktada tehlike altındaydı: İran, Mısır ve Avrupa. “Bugün İngiliz, Fransız, Rus muhâcemâtına maruz bulunuyoruz, fakat yine büyük bir kuvvetin mazharıyız: İttihad-ı İslâm.”[2] Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethederek üç kıta üzerinde Osmanlılığı birleştirmiş; Akdeniz, Kızıldeniz ve Umman’a uzanan coğrafyada yeni bir siyasi denge meydana getirmişti. Şam, Kudüs, Mekke ve Medine gibi mukaddes beldeler de İslâm kubbesi altında hilafetle beraber Osmanlı korumasına geçmişti. Tabii Mısır fethinden sonra Akdeniz’de Osmanlı hakimiyeti sağlanmışken, o zamanlarda İngiltere’nin, Fransa’nın Akdeniz’deki ağırlıkları söz konusu bile edilemeyecek derecededir. Ahmet Rasim, işte bu “hamiyet güzergahında” bulunmakla keyiflidir.

Ahmet Rasim, Konya’da kaleme aldığı 19 Aralık 1914 tarihli yazısında yol üzerindeki tenhalığı, “Acaba bütün ehl-i vatan hududa mı gitti?” sorusuyla izah eder. Asker naklinden dolayı yolcu trenleri gecikmektedir. Dört günde ulaştığı Konya istasyonunda madden yorgunken gönlü “Suriye sahilinden akıp” ondan önce oralarda sürünmekte, “Ben-i İsraili tahrîs eden arz-ı mev’ûda geçerek, diyar-ı Yusuf’a erişmek hevesinde”[3]dir.

21 Aralık’ta Tarsus’a varan Ahmet Rasim, “Hükümete i’timad ve emniyet berkemâl. Bunu her yerde görüyorum”[4] diyerek okuyucularını bilgilendirir. Gazeteci sıfatıyla Ahmet Rasim, düşman hilelerine rağmen “hükümet-i muhtereme” lehine kamuoyunu idare etmek için söylenebilecek gerçeklerin ya eksiksiz söylenmesinden ya da damla sızdırmamaya muktedir olunmasından yanadır. Çünkü girilen harp, kamuoyuna hayat memat meselesi olarak anlatılmıştır.

Pozantı’da karşılaştığı manzara Ahmet Rasim’i fazlasıyla etkiler. “Gece saat 11. Hava nemnâk. Barınacak hiçbir yer yok. Açıktayız. Bir han var imiş ama hayvanât-ı merkumeden ihitiraz etmek isteyenlerce nâkâbil-i ikamet. Buraya iner inmez, insanı arabacılar sarıyor. Biriyle uyuştuk. Sabaha karşı hareket edeceğiz.. Bu aralık kulağıma istasyonun arka tarafında hacılar var diye bir söz geldi. Gittim. Baktım. Öbek öbek oturmuşlar, çalı çırpı yakıyorlar. Tren olmadığı içün iki günden beridir burada mukîm imişler!..”[5]

Ahmet Rasim, İskenderun’da kaleme aldığı 26 Aralık tarihli yazısında, bu kadar uzun sürede buraya varışının sebeplerini anlatır. Trenler meşgul, yollar çamurlu, arabalar kıttır. Bekleme ve istirahat yerleri yoktur. Osmaniye İskenderun arasındaki yol çok dolambaçlıdır. Ayrıca bu güzergâhta “han demek, gübre şerbethanesi demektir.”[6]

Nablus’a varan Ahmet Rasim, çok farklı hislerle dolar. Tehlikeye girmiş çıkmış, en sonunda hayat ve mematını, şeref ve haysiyetini kurtarmaya adamış bu vatanın talihinin insanı ferahlatan gülüşünü görmek, insanı sevinçten ölüme uğratsa da büyük bir bahtiyarlık olduğunu hissetmektedir. Her tarafı asker görür. Silah, cephane, top, tüfek, at, araba, şimendifer, dağ, yar, dere, tepe, bütün sesler, bütün yürüyüşler vs her şey askerdir. Ahmet Rasim’i bu duyguya sürükleyen, Lübnan sınırında bir tümenin icra ettiği törendir. 5 Ocak tarihli yazısında bu duygularının sebeplerini anlatır. Cemal Paşa ve maiyetindekilerle trenle Şam’dan hareket edip Rayak istasyonunda bir süre dinlendikten sonra, tümenin bulunduğu mevkie geçerler. Bir alaya sancak veriliş törenini seyrederler. Bu anlardaki hislerini şöyle anlatır: “Diyebilirim ki bütün Lübnan, bütün Şam orada idi. Resm-i âliye, toplar endahtiyle ibtidâr edildiği zaman, bütün maksadın bu havali üzerinde aks endâz olmakta bulunduğuna hükm ediyordum… Asker, derin bir itimadın bahşettiği gayetle âşikâr bir azm-i hamiyyetpervâz ile geçiyordu.”[7]

Ahmet Rasim, Lübnan’ı bütünüyle değişmiş görür. Sancak töreni akşamı Cemal Paşa ve diğer üst rütbelilere Zahle’de verilen büyük bir ziyafet, sevinç tezahüratlarıyla sona erer. Müzikler, fişekler, padişaha dualar birbirini takip eder. Zahle’de evler bayraklarla donatıldığı gibi, oldukça süslü bir zafer takı da inşa edilmiştir. Lübnan’daki imtiyaz hattının Lübnanlıların değil, Fransızların lehine olduğunun onlar da farkına varmışlardır.

Nihayet Kudüs’e ulaşan Ahmet Rasim, 9 Ocak 1915 tarihli yazısında, Suriye’de birkaç ay içinde yaşanan değişimi görenlerin bunu ordunun takip ettiği politikaya bağladığına işaret eder. Örnek olarak, vatanı tehlike altında gören Lübnanlıların oluşturdukları özel heyetle Şam’a kadar gidip Cemal Paşa’yı ziyaretlerinin ardından, onun da yukarıda anlatılan törenden sonra Zahle’ye geçerek onlara söylediklerini son zamanların en önemli görüntülerden biri olarak değerlendirir. Ahmet Rasim’in Zahle’deki ziyafet akşamındaki izlenimleri ise daha gerçekçidir. “Gözümle görüp de anladım ki Lübnanlılar, Osmanlılar âlemine oldukça bigâne bırakılmışlardır. Henüz marş-ı padişahîyi bilmedikleri gibi selam havalarını dahi anlayamıyorlar, işaretle, fısıltı ile göz kaş ile kalkıp oturuyorlar, temenna etmesini bile beceremiyorlardı. Bu bîgâneliğe sebep, hatt-ı imtiyazın etrafını Lübnanlılardan ziyade harisâne ve menfaatcûyâne sarmış olan mahud Fransız, İngiliz telkinâtı olduğuna bence şüphe yoktur.”[8] İmtiyaz hattının biraz ilerisinde denizde seyreden İngiliz ve Fransız harp gemileri kıyılardan gülle savurmaktadırlar. İşte bu saldırılara karşı Ordu, Lübnanlıların sadakat göstermelerine vesile olduğu gibi, kendi birlik arzusuna uygun şekilde sevkle, aradaki engelleri kaldırarak ortak vatanın muhafazasına her iki tarafın da “memur” olduğunu özel bir lisanla anlatmıştır.

Ahmet Rasim’in Suriye’ye ilişkin değerlendirmeleri oldukça dikkat çekicidir. “Görüyorum ki bütün Suriye, Mısır seferine malıyla, canıyla iştirak etmektedir. Suriye makulşinas, menafi’-i zâtiyesini müdrik göründüğü içün hiçbir zaman Asya Arnavutluk’u olmak tehlikesini göze aldıramaz. Bana öyle geliyor ki Suriye, kariben, ‘Ey İslâm Arap uyan, ittihad-ı İslâmı gaye bil!’ diyecektir. Çünki Suriye, kendi kitlesinin haricinde diğer İslâm kitlelerinin mevcud olduğunu biliyor. Bilmeyecek olur ise kendisinin de diğer İslâm kitlelerinin girmiş oldukları tehlikelere gireceğini takdir ediyor. Diğer taraftan bütün Arabistan’a Arap olduğunu ancak vahdet-i İslâmiye hissini vermekle anlatmaya muvaffak oluruz. ”[9]

İslam birliği fikrinin Osmanlı topraklarında yaygınlaşması halinde, onun yarına dönük gücüyle diğer İslâm toplumlarına ulaştıracak mübarek vasıtaların ardının kesilmeyeceği inancındaki Ahmet Rasim, Lübnan’daki Dürzilerle ilgili olarak şu gözlemini aktarır: Dürzilerin arasına sokulan İngilizlerin onların yaşadıkları bölgelerde meydana getirdikleri kurumların, din ile asla ilgisi olmayan binalar olduğu görülecektir. Ayrıca konsolosları ve misyonerleri vasıtasıyla, diğer İslâm topluluklarının Dürzileri sevmeyip aşağılamakta, etraflarındaki Marunileri Fransızlar korumakta ve bunları istememekte, kendilerinin ise Dürzileri himaye edecekleri propagandası yapmaktadırlar. Bunu yaparken de bölgede resmî görevlilerin Dürzilerle ilgili olarak şuursuz hatalarını alabildiğince istismar ederek kullanmaktadırlar.

Ahmet Rasim, Osmanlı Hükümeti’nin Suriye vilayetinde “bir aheng-i idare vücuda getirmek politikasına” önem vermesini ister. Suriye’de yabancı propagandalarının önüne geçmenin başka yolu yoktur. Burada esas mesele politikayı tespitten çok, uygulamada başarılı olmaktır. Bunu sağlamak için de iç işleri yönetimini düzene sokmak üzere planlanan “umûmî müfettişlik” modelinin uygulanmasını teklif eder. Gerekçesini de açıklar: “Halep, Şam, Beyrut, Lübnan, Kudüs vilayât ve elviyesi böyle bir politikayla mücehhez olarak hem mülkî hem de askerî kuvvetlerin âmir-i umûmîsi elinde beş on sene bulunursa, bugün on onbeş yaşlarında bulunan şebâb-ı Arap, bu müddet nihayetinde mensub oldukları mekteplerdeki terbiyeyi hep bu nokta-i nazardan iktisâb etmiş ve binâenaleyh vahdet-i İslâmiyeye mâlik bulunmuş olurlar.”[10] Böylece yabancı entrikaları dönemeyecek seviyeye düşürüleceği gibi, “umûmî müfettişliğin” özellikle şiddete dayanan, adaleti, mevkilerinin nüfuzlarını şunun bunun hukukuna tecavüz etmekle sağlayanların, sahneden çekilmelerine sebep teşkil edecektir.

Suriye Vilayeti dâhilinde mevcut kamuoyundaki algıyı düzeltmek, yönetimi düzenlemek için, böyle bir “ittihad-ı idareye” mutlak ihtiyaç vardır, kanaatini vurgulayan Ahmet Rasim, Suriye’nin “umran ve refahına” hâkim olan önceki idarelerin, bölgeyi bu idare tarzıyla yönettiklerine dikkati çeker. Ahmet Rasim, bu sırada “düvel-i muhasama teb’asından olup da” Osmanlı tebalığını kabul etmeyen Musevî ailelerin, Kudüs’ten uzaklaştırıldıklarını da okuyucularına haber verir.[11]

Ahmet Rasim, Kudüs’e dair değerlendirmesinde, Yavuz Sultan Selim’im “ittihad-ı İslâm” ve “tevhid-i ma’âşir-i İslâm” siyasetiyle doğrudan ilgili olmasına bağlı olarak burayı elde tutmayı önemsediğini belirtir. Mısır yolu üzerindeki Halep, Şam gibi Kudüs de stratejik değere sahiptir. Sonraki dönemlerde Kudüs, Osmanlı yönetimi nezdinde zaman zaman ehemmiyetini kaybetmiştir. “İşte bundan dolayıdır ki Ordu kendi politikasını burada izaha lüzum görerek” Filistin halkına yayınladığı bildiride, üç noktanın dikkate alınmasında kendini sorumlu saymıştır. 1. Osmanlı unsurları arasındaki ciddi ve samimi bağın ihlâl edilmemesi; Müslümanların diğer unsurlara tam dostluk ve kardeşçe muamele etmesi. 2. Müttefik, dost ve tarafsız devletler teb’ası haklarında -değerli misafirler sıfatıyla- güzel muamele yapılması. 3. Hasım devletler teb’asının mal, can ve namuslarının özellikle şahsi haklarının millî namusumuzun kefaleti altında olduğunun bilinmesi.[12]

Ordunun açıkladığı bu hususlar, Ahmet Rasim’e göre, Suriye’deki politikanın esasıdır. Bu da gerek idari gerekse sosyal kanunlarımızın ve nizamlarımızın eksiksiz korunması esasına dayanmaktadır. Ordu bu esası korumakla yükümlü olduğu gibi, Suriye’yi oluşturan vilayetler ve mutasarrıflıklar da bu esasları takiple görevlidirler. Bunların dışında Ordunun, büyük bir gayenin üzerine yüklediği bir sorumluluğu daha vardır. “O da ittihad-ı İslâm ve tevhid-i ma’âşir-i İslâm esasını kurmak emr-i azîmidir. Yani her nev’i politikanın fevkinde pervâz eden bu maksad-ı âliye vüsûl içün çalışacak ve çarpışacakdır.”[13]

Ahmet Rasim, halen hazırlıkları yapılan Mısır harekatından elde edilecek faydaları, Yavuz Sultan Selim’in kazandıklarından daha üstün görür. İslam bundan böyle köle kemendi altında bulunamaz. Burada hilal ve haç görüşlerinden çok İnsaniyet hakikati vardır. İnsanlık siyaseti ne demek ise İslâm’ın da bence ne zamandan beri kanını emenlerin elinden kendisini kurtarması o demektir”.[14] Kudüs’te Hıristiyanlar ve Yahudiler kutsal saydıkları mekanlara alabildiğine sahip çıkarken Müslümanlarda o hassasiyeti göremez. “Bütün varlığını kendi diyanet ve milliyeti uğrunda feda ederek buralarda senelerce çürüyen ne kadar ferd istersiniz? Hem hangi dinden, hangi milliyetten? Medfen-i İsevi’i muhtevi olan Kamame Kilisesi ile Maskat-i re’s olan Beytüllahim’deki mahalde bir santimetrelik yer içün kan döken Nasaradan mı, yoksa edyân-ı mevcûde arasında muhayyir ve mütehayyir kaldıkları halde, henüz Kudüs’ün istiâde-i azamet ve şerefi içün binlerce seneden beri gözyaşı saçan ebnâ-yı İsrailden mi? Biz ise buradaki mebâni-i muhterememizi yüz üstüne bırakmış duruyoruz. Cenab-ı Faruk’un Kudüs’ü fethettiği esnada namaz kılmış olduğu bir avuç yeri görmeli idiniz!. Benim fart-ı hicabdan başım döndü!.. Aferin Orduya ki derhal tamir ve tefrişini layık olduğu ta’zim ve tekrîmin îfâsını emr eyledi.”[15]

Not: Bir asır sonra muharrir Ahmet Rasim’in, aynı güzergahtaki seyahatinde “ittihad-ı İslâm”ın değil tatbikini, ismini bile işitemeyeceğine bugün tanıklık ediyoruz değil mi?

[1] Tasvir-i Efkâr, s. 1291, 3 Kânun-ıevvel 1330, s. 1.

[2] Diyar-ı Yusuf’a Doğru, Tasvir-i Efkâr, s. 1291, s. 3.

[3] Diyar-ı Yusuf’a Doğru, Tasvir-i Efkâr, 11 Kânun-ıevvel 1330, s. 1299, s. 2.

[4] Hem Düşünüş Hem Görüş, Tasvir-i Efkâr, 19 Kânun-ıevvel 1330, s. 1307, s. 2.

[5] Hem Düşünüş Hem Görüş, Tasvir-i Efkâr, s. 1307, s. 2.

[6] Diyar-ı Yusuf’a Doğru, Tasvir-i Efkâr, 23 Kânun-ıevvel 1330, s. 1311, s. 3.

[7] Diyar-ı Yusuf’a Doğru, Tasvir-i Efkâr, 31 Kânun-ısani 1330, s. 1350, s. 3.

[8] Diyar-ı Yusuf’a Giderken, Tasvir-i Efkâr, 2 Şubat 1330, s. 1352, s. 3.

[9] Diyar-ı Yusuf’a Giderken, Tasvir-i Efkâr, s. 1352, s. 3.

[10] Diyar-ı Yusuf’a Giderken, Tasvir-i Efkâr, s. 1352, s. 3.

[11] Diyar-ı Yusuf’a Giderken, Tasvir-i Efkâr, s.1352, s. 4.

[12] Diyar-ı Yusuf’a Giderken, Tasvir-i Efkâr, 14 Şubat 1330, s. 1364, s. 3.

[13] Diyar-ı Yusuf’a Giderken, Tasvir-i Efkâr, s. 1364, s. 3.

[14] Diyar-ı Yusuf’a Giderken, Tasvir-i Efkâr, s. 1364, s. 3.

[15] Diyar-ı Yusuf’a Giderken, Tasvir-i Efkâr, s. 1364, s. 3.